Dosya konumuzun önceki iki bölümünde uzun uzun yazdık, bize yazılanları paylaştık. Birleşik Krallık’ta veganlara yönelik nefret suçlarının artmasını konu alan haberle başladık, Türkiye’de özellikle etik veganların önyargılı ve ayrımcı bir dil aracılığıyla maruz kaldığı nefret söylemlerine dair Twitter anketimizin sonuçlarıyla devam ettik.
Şimdi, dosyanın son bölümünde sözü, bu alanda aktivizm yapan ve Koç Üniversitesi ile çeşitli derneklerde kapsamlı akademik çalışmalar yürüten Avukat Ezel Buse Sönmezocak’a bırakmak istiyoruz.
Yazı: Öykü Yağcı *
Ezel, ayrıntılı yanıtları ve örnekleriyle bize, başvuru kaynağı niteliğinde çok önemli bilgiler verdi; nefret söylemi ve suçlarının dünyadaki ve Türkiye’deki hukuki boyutunu, yasalarla korunması gereken eşitlik ilkesinin ve toplumdaki yerleşik eşitlik kültürünün önemini anlattı.
Birinci ve ikinci bölümden bu yana kapsamı geniş tutmamızın nedenini daha önce belirtmiştim. Burada tekrar yinelemekte fayda görüyorum: Düşmanlık ve hoşgörüsüzlüğe dayalı her türlü nefret biçimini bünyemizden atmak için her birimize sorumluluk düştüğünü düşünüyoruz. Çünkü ağzımızdan ve klavyelerimizden dökülen her bir ötekileştirici söylem, medya ve sosyal medyanın etkisiyle virüs gibi yayılarak kendimizi ve birbirimizi yiyip bitiriyor. Bu nefret ve saldırganlık bazılarının benliğine, bazılarının hayallerine ve bazılarının da hayatlarına mal oluyor.
Bu kadar kötülüğün arasında eşit, hoşgörülü ve özgür bir toplum tahayyülü ve umuduyla…
Nefret söylemi ve nefret suçu nedir? Türkiye’de “dezavantajlı” kılınmış grupları hedefine alan önyargı kaynaklı suçlara karşı herhangi bir hukuki ya da politik tedbir mevcut mu?
Nefret söylemi ve nefret suçu kavramları Türkiye’de hukuk literatüründe görece yeni ve sınırlı şekilde ele alınan, hukuk fakültelerinde hukuk eğitimi sırasında pek üzerinde durulmayan, disiplinler üstü bir yaklaşımla ele alınması gereken konular olması nedeniyle de üzerinde her daim tartışmaların canlı olduğu kavramlar.
En sade haliyle bir tanım yapacak olursak, ırk, renk, dil, ulusal ya da etnik köken, dini inanç, yaş, engellilik, cinsiyet, cinsel yönelim, cinsiyet kimliği veya diğer statüleri nedeniyle bireylere veya gruplara karşı şiddeti, nefreti, ayrımcılığı veya hoşgörüsüzlüğü savunan, yayan veya teşvik eden ifadeler, nefret söylemidir. Bu sayılan gruplara veya söz konusu grupların mal ve mülklerine karşı, önyargı veya nefret nedeni ile işlenmiş olan suçlara ise nefret suçları diyoruz.
Nefret suçlarını tanımlarken önemli olan iki husus mevcut. Birincisi, bir suçun nefret suçu olarak ele alınabilmesi için öncelikle işlenen fiilin ceza kanununda suç olarak tanımlanmış ve yaptırıma bağlanmış olması gerekmektedir. Bu Türkiye Anayasası’nda da yerini almış olan evrensel bir hukuk ilkesi, suçların ve cezaların kanuniliği ilkesinin bir gereğidir. İkincisi ise, nefret suçlarından bahsedebilmek için failin suçu mutlaka bir önyargı ya da nefret saikiyle yani motifiyle işlemiş olması gerekiyor.
Bir başka ifadeyle, dezavantajlı grup mensubuna karşı işlenen her suç nefret suçu değildir. Failin, mağdurun bağı olan bu gruplara karşı bir önyargı ya da nefretle hareket ediyor olması gerekiyor.
Örnek vererek ifade etmek gerekirse, “Suriyeli göçmenlerin pis koktukları ve bu nedenle toplu taşıma araçlarından ancak belli saat aralıklarında yararlanmaları gerektiği” şeklinde bir ifade, ulusal ve etnik köken nedeniyle bir gruba (Suriyeli göçmenlere) karşı ayrımcılığı savunan bir ifade olması nedeniyle nefret söylemine örnek verilebilir. Bununla birlikte, bir eşcinselin, eğlence mekanından çıktıktan sonra takip edilip eşcinsel olduğu için sokakta fiziksel şiddete maruz bırakılması ise nefret suçu olarak tanımlanabilir. Örneği biraz değiştirirsek, bir eşcinselin sokakta yürürken, eşcinsel olmasından bağımsız olarak hızla yaklaşan motorsikletli bir fail tarafından çantasının çalınması durumunda nefret suçundan bahsedilemeyecektir.
Nefret suçlarını, diğer suçlardan ayıran temel özellik, nefret suçlarının hem mağduru hem de mağdurun bağlı olduğu grubu gelecekte de benzer saldırıların olması ihtimali nedeniyle korkuya sevk etmesidir. Hem mağdurun hem de mağdurun bağlı bulunduğu cemaatin ya da grubun toplumda istenmediği, kabul görmediği, bu topluma ait olarak görülmediği mesajı verilmeye çalışılır nefret suçlarının sonucunda.
Çünkü nefret suçları kişiye değil, aslında bütün bir gruba yöneliktir.
Nefret suçları ile nefret söyleminin iç içe geçtiği durumlar da mümkün olabilir. Bazı ülkeler iç hukuklarında nefret söylemini ayrıca bir suç olarak tanımlamış durumdadır. Bu durumda nefret söylemi de cezai sorumluluk gerektiren ayrı bir suç olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu konuda ülke pratikleri epeyce farklılık göstermekte. Almanya’da örneğin Nazi propogandası ve anti-semitizm ifade özgürlüğünden yararlanamaz ve nefret söylemi kapsamında ele alınırken, Amerika Birleşik Devletleri’nde nefret söylemine kavram olarak dahi pek çok hukukçu tarafından eleştirel yaklaşılmakta ve nefret söylemi çok dar bir kapsamda ele alınmaktadır.
Türkiye’de maalesef nefret söylemi ve nefret suçu ayrıca bir suç olarak tanımlanmış değildir.
Nefret söylemi, çok dar bir şekilde, Türk Ceza Kanunu’nun 216’ncı maddesinde (Halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama) koruma bulabilir ama 216’ncı madde son derece sınırlı bir çerçeveye sahip. Madde ilk paragrafında “halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik etme”yi, kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde, suç olarak tanımlıyor. İkinci paragrafında ise “halkın bir kesimini, sosyal sınıf, ırk, din, mezhep, cinsiyet veya bölge farklılığına dayanarak alenen aşağılama” suç olarak düzenlenmekte.
Dikkatli incelendiğinde 216’ncı maddede çizilen çerçevenin, dezavantajlı tüm grupları korumaktan uzak olduğu görülüyor zira madde adeta tahrik ve aşağılamanın hangi nedenlerle yapılamayacağını sınırlı sayı dediğimiz usulle saymış.
Yani 216’ncı madde kapsamına örneğin yaş ya da engellilik ya da cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği gibi statüleri saymadığı gibi, sınırlı sayı prensibi nedeniyle bu statülerden dolayı maruz bırakılan nefret söylemini kapsam dışı bırakıyor.
Bana göre nefret suçu bakımından çok daha ilginç bir diğer madde, 122’nci madde. 122’nci madde, 2014’te TCK’ya eklenen yeni bir madde ve yasalaşma sürecinde kamuoyuna lanse ediliş şekli ve başlığı itibarıyla (nefret ve ayrımcılık suçu) sanki nefret söylemi ve nefret suçunu tanımlayarak cezalandıracak bir çerçeveyi haizmişçesine heyecan yaratmıştı ama 122’inci maddenin içeriği karşılaştırmalı hukukta örneğine az rastlanan bir şekilde dar.
Öncelikle yine Madde 216’ya benzer şekilde 122’nci madde de sadece “belli nefretlere” sınırlı sayıda yer veriyor. Bunlar “dil, ırk, milliyet, renk, cinsiyet, engellilik, siyasi düşünce, felsefi inanç, din veya mezhep farklılığı” olarak sayılıyor. Maddeye göre bu sınırlı farklılıktan kaynaklanan nefret nedeniyle; “bir kişiye kamuya arz edilmiş olan bir taşınır veya taşınmaz malın satılmasını, devrini veya kiraya verilmesi, bir kişinin kamuya arz edilmiş belli bir hizmetten yararlanması veya bir kişinin işe alınması ve bir kişinin olağan bir ekonomik etkinlikte bulunmasının engellenmesi” nefret ve ayrımcılık suçunu oluşturuyor.
Görüldüğü gibi, madde yine tüm ayrımcılık temellerini saymadığı gibi, yalnızca 3 suç tipi yaratıyor.
Örneğin, bir kişiye siyasi düşüncesinden dolayı evini kiraya vermeyen ev sahibinin, ya da bir kadını cinsiyeti nedeniyle işe almayan işverenin ya da durakta otobüs bekleyen bir engellinin binebilmesi için araç rampasını açmaksızın duraktan ayrılan bir otobüs şoförünün madde 122 çerçevesinde nasıl cezalandırılacağı hususu, bu suçların altında yatan nefretin tespit edilmesinin son derece güç olduğu göz önüne alındığında, ispat hukuku bakımından da tartışılmaya muhtaç.
Peki, “etik veganlık” Birleşik Krallık ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde gördüğümüz gibi korunan insan hakları kategorileri arasında felsefi bir inanç sistemi olarak sizce kapsanabilir mi; TCK’nın 3., 115., 122., 125. ve 126. maddelerine dahil edilebilir mi?
Nefret söylemi ve nefret suçlarında korunan hukuki değer, azınlık ve diğer tüm dezavantajlı grupların, esasen tüm toplumun, eşit muamele görme hakkıdır.
Ayrımcılık üzerine yapılan çalışmalarda, ayrımcılığın nedeni -psikolojik ve sosyolojik teorilerin bir karışımı olarak, esas olarak Toplumsal Baskınlık Teorisi (Social Dominance Theory) ile açıklanır. Buna göre toplumlarda gücü veya kontrol araçlarını elinde tutan grup, kendi meşruiyetini tesis etmek ve yeniden üretmek amacıyla kendi kimlik ve söylemini normal, diğerlerini norm dışı kurgulayarak, kendi ideolojik aygıtlarını yaratır.
İşte normun dışında kurgulanan bu kimlik ve ifadeler, baskın grup tarafından sistematik olarak ayrımcılığa, sosyal dışlanmaya ve yoksulluğa maruz bırakılır ve bu yolla toplumla bütünleşmesi engellenir. Bu çerçevede örneğin etnik veya ulusal azınlıklar, göçmenler, yaşlılar, kadınlar, eşcinseller, translar ya da engelliler, sistematik şekilde sosyal dışlanma ve ayrımcılığa maruz bırakılan “dezavantajlı” gruplardır.
Dezavantajlı gruplar tabii ki bunlarla sınırlı değildir. Bir toplumda baskın çoğunluktan ayrışan herhangi bir kimlik de, nefret söylemi ve nefret suçu bağlamında korunmaya değer bir azınlık olabilir. Örneğin, cinsiyetçi ve heteroseksist bir toplumda uzun saçlı ve küpe takan erkekler, eşcinsel ya da trans olup olmamalarına bakılmaksızın, nefret söylemi ve nefret suçuna maruz kalabilir.
Burada, nefret söylemi ve nefret suçunun oluşup oluşmadığı incelenirken önemli olan, ifade edilen nefretin kişisel bir duygu değil; kolektif bir şekilde, bağlı olunan/hissedilen grubun bir yargısının dışavurumu olup olmadığıdır. Nefret pek tabii ki bir kişisel duygu olarak ele alınabilir ve bu nedenle hukukun dışında kalabilir. Ama ne zaman ki nefret ideolojik bir dışavurum halini alır, o zaman hukukun konusuna girer.
Örneğin, “pembe renginden nefret ediyorum” ifadesi hukukun dışında kalırken, “pembe renk giyen erkeklerden nefret ediyorum” ifadesi, “pembe giyen erkekler” diye bir azınlık kategorisi olmamasına rağmen bir nefret söylemi olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla, nefret söylemi ve suçu ele alınırken, failin ve mağdurun kimliği kadar, söylemin hangi amaçla, hangi bağlamda, nerede, hangi fonksiyonla ortaya koyulduğu da önemlidir.
Türkiye’nin de taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9’uncu maddesi düşünce, vicdan, din ve inanç özgürlüğünü koruma altına alır.
Yine Sözleşme’nin ayrımcılık yasağı başlıklı 14’üncü maddesi uyarınca Sözleşme’de tanınan hak ve özgürlüklerden yararlanma, cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasal veya diğer kanaatler, ulusal veya toplumsal köken, ulusal bir azınlığa aidiyet, servet, doğum başta olmak üzere herhangi başka bir duruma dayalı hiçbir ayrımcılık gözetilmeksizin sağlanmalıdır.
9’uncu madde içtihat bakımından bir hayli zengindir. Mahkeme, “düşünce, vicdan ve din” kavramlarını nasıl ele alacağı yönünde zamanla bir ilkeler bütünü geliştirmiştir.
Kişisel inançların, 9’uncu madde kapsamına girebilmeleri için iki ölçütün varlığı gerekmektedir. Bunlardan ilki, inancın belirli bir tutarlılık, ciddiyet, uyum ve önem derecesine ulaşmış olması; ikincisi ise insan onuruna saygıyla uyumlu bir inanç olarak değerlendiriliyor olmasıdır.
Bu çerçevede, örneğin kürtaj karşıtlığı, Mahkeme tarafından madde 9 kapsamında bir “inanç” değildir. Fakat örneğin, Mahkeme pasifizm, vicdani retçilik ve veganlığı madde 9 kapsamında kabul edilen “inançlar” arasında saymıştır. Ancak, neyin 9’uncu madde kapsamında korunan bir “inanç” olduğunu tespit ederken, 9’uncu maddenin koruduğu hukuki değer hatırlanmalıdır.
En temelde 9’uncu madde düşünce ve vicdani kanaate sahip olunmasına, bir dini inanca mensup olunmasına, bunların geliştirilmesine, olgunlaştırılmasına ve hatta değiştirilmesine müsaade ederek bireyin, devlet tarafından aşılanmasına yani indoktrinasyona engel olmayı amaçlar. Bu kapsamda Mahkeme, 9’uncu madde başvurularında sıklıkla “iç dünya” (forum internum) kavramını kullanır.
Örnekle ifade edecek olursak, bir kişinin vegan olmasının arkasında pek çok neden olabilir. Sağlıklı beslenmek, genç bir cilde sahip olmak ya da fit kalmak olabilir. Ya da veganlık bir diyet olarak, kişinin hayatının belli bir döneminde uyguladığı bir beslenme şeklinden ibaret olabilir. Veganlık bazı alerji durumlarından kaynaklı dönemsel bir tercih de olabilir.
Örneğin bu hallerde, veganlık madde 9 kapsamında “belirli bir tutarlılık, ciddiyet, uyum ve önem derecesine ulaşmış” bir inanç olarak korunacak mıdır? Cevabım hayır.
Ancak, Mahkeme’nin içtihatlarınca da artık sabit olduğu üzere etik veganlık olarak ifade bulan, felsefi, politik ve/veya ahlaki motivasyonlarla kişinin hayatında topyekün bir hayat tarzına işaret eden veganlık, madde 9 kapsamında korunan bir “inanç”tır.
Pozitif hukukun meseleyi bir inanç özgürlüğü olarak ele alma şeklinden farklı olarak, konuya yaklaşımım kişinin iç dünyası ya da inancın ciddiyeti, tutarlılığı ya da önemi gibi kriterlerden ziyade, baskın grup karşısında veganların ayrımcılık ve sosyal dışlanma yaşayıp yaşamadığı meselesi üzerinden şekilleniyor.
Hayvan sömürüsünün günümüz küresel ekonomik koşullarında bir “norm” olduğu şüphesiz hakikat. Fakat veganlar, bu küresel endüstriyel sisteme karşı çıktıkları için sistematik ayrımcılığa, şiddete veya sosyal dışlanmaya maruz kalıyor mu? Örneğin veganlar, vegan oldukları için haklara erişimde, istihdama katılımda sorun yaşıyor mu? Yoksa serbest piyasa koşulları uyarınca, inançları gereği kullanmaları gereken ürünlere özgürce erişebiliyor mu?
Vegan oldukları için maruz kaldıkları zorbalık, taciz ve nefret içerikli söylemler, biraz önce anlatmaya çalıştığım gibi “kişisel bir duygu” olan nefretten mi yoksa bir ideolojinin parçası olan nefretten mi kaynaklı?
Burada ayrımın her bir olay özelinde, titizlikle yapılması gerektiğini düşünüyorum. Bir başka ifadeyle, kategorik olarak veganlığın bir felsefi inanç olmasından hareketle, veganlara karşı üretilen her şiddet içerikli söylemi nefret söylemi olarak tanımlamak mümkün olmayabilir.
Nefret suçu kapsamında ise, AİHM’in etik veganlığı “felsefi inanç” olarak kabul etmesinden hareketle, veganlara yönelen zorbalık, taciz ve şiddet içerikli söylem ve eylemlerin sizin de sorunuzda isabetli bir şekilde dikkat çektiğiniz üzere madde 115 kapsamında “inanç, düşünce ve kanaat hürriyetinin kullanılmasının engellenmesi” suçunu ve madde 125 kapsamında “hakaret” suçunu oluşturacağının tespiti gerekir.
Hakaret suçunun kişinin felsefi inancını açıklamasından, değiştirmesinden, yaymaya çalışmasından dolayı işlenmesi, hakaret suçunun nitelikli hali olup daha yüksek cezayı gerektirmesi bakımından, veganlar için ayrıca öneme sahip. Dolayısıyla diğer maddelerin değil ama özelikle 125 ve 115’inci maddelerin veganları “teknik olarak” koruyacaklarını söylemek mümkündür.
Son zamanlarda özellikle sosyal medyada bireylere yöneltilen bazı politik eleştirilerin dahi “linç” olarak tanımlanabildiğini görüyoruz. Oysa “linç edilmek” fiziksel ve psikolojik düzeyde oldukça ağır sonuçları olan, kökü derinlere inen bir fiil. Eleştiri, linç, nefret söylemi ve nefret suçu arasındaki ayrımı, konuya nispeten kavram düzeyinde uzak olanlar için en net şekilde nasıl ortaya koyarız?
Aslında bu ayrımlara genel hatlarıyla şimdiye kadar biraz değinmiş olduk. Nefret suçu bahsettiğimiz üzere, tamamen farklı bir kategori, nefret suçundan bahsetmek için ortada ceza kanunlarında açıkça tanımlı bir nefret suçu düzenlemesinin bulunması gerekiyor.
Eleştiri, linç ve nefret söylemini nasıl ayıracağımız konusunda belirleyici faktör ise ifadenin, yöneldiği gruba duyulan nefret veya önyargı saikinin sonucu olup olmadığıdır.
Örneğin, vegan olduğu bilinen bir kişiye “vegan olduğu için beyninin gelişmediğini, dolayısıyla da sağlıklı düşünemediğini” söylemek, veganlara duyulan önyargı nedeniyle bir nefret söylemidir. Kişiye “vegan olduğu için gerizekalı olduğunu” söylemek ise, hakaret suçunun belirli bir felsefi inanca yönelmesi nedeniyle nefret suçudur.
Eleştiri ve linçe gelindiğinde ise artık konuyu ifade özgürlüğü açısından ele almak gerekir. İfade özgürlüğü, insan hakları sisteminin çok büyük önem verdiği ve bu nedenle çok özenle koruduğu bir haktır. İfade özgürlüğünün sınırlandırılması, bu nedenle, ancak son derece istisnai şartlarda mümkün olabilir. AİHM’in defaatle belirttiği üzere, ifade özgürlüğü yalnızca insanların üzerinde mutabık olduğu veya rahatsız edici bulmadıkları ifadelerin korunmasından ibaret değildir. Aksine, ifade özgürlüğü toplumu rahatsız eden, şoke eden ve rencide eden görüşleri de korur.
Ancak ifade özgürlüğü her ne kadar geniş bir şekilde yorumlansa da, tabii ki sınırsız değildir. Kasıtlı olarak nefret, şiddet veya ayrımcılığa teşvik eden söylemler ifade özgürlüğü kapsamında koruma görmezler.
İfade özgürlüğü konusu çok daha geniş bir konu, dolayısıyla soruyla bağlantılı olarak şunu ortaya koymak yeterli olacaktır: Bir eleştiri, açıkça şiddet içermediği veya şiddete açıkça teşvik etmediği sürece, ifade özgürlüğü kapsamında korunmalıdır.
Burada tıpkı nefret söylemini açıklarken ortaya koyduğumuz gibi, özellikle azınlıkların ifade özgürlüğü daha geniş bir koruma altındayken, baskın grup ve ideolojilerin dışavurumlarında “açık bir şiddet tehlikesi” olup olmadığı hususu önem arz eder.
Örneğin, ateistlerin genel nüfusun %1’ini oluşturduğu bir ülkede bir Ateizm Derneği Başkanı’nın resmi sosyal medya hesabından “Bu ülkenin tüm çocuklarını ateist yapacağız, bu yolda kanlı da olsa kansız da olsa her aracı kullanmaktan çekinmeyeceğiz” şeklindeki bir ifadesiyle, ülke nüfusunun %95’inin mensubu olduğu bir dini tarikat liderinin “Bu ülkenin tüm çocuklarını dinimiz emirlerine uygun yetiştireceğiz, bu yolda kanlı da olsa kansız da olsa her aracı kullanmaktan çekinmeyeceğiz” şeklindeki ifadesi, “açık bir şiddet tehlikesi olup olmamadığı”nın tespiti açısından farklı konumlanacaktır.
Linç ise hukuki bir terim değil, fakat çoğunluk tarafından uygulanması ve genel tanımı itibarıyla fiziksel şiddet içermesi, içermekle tehdit etmesi ya da şiddeti körüklemesi bakımından eleştiriden ayrılmaktadır.
Fakat şunu ifade etmek gerekir, şiddet nasıl ki salt fiziksel şiddetten ibaret değilse, sosyal medyada “linç” adı verilen yoğun eleştiriler de, maruz kalan açısından psikolojik şiddete dönüşebilir. Zira sosyal medya, çok çabuk “çoğunluk” olunabilen, sanal ortamda hukuki kişiliğin gizlenmesi suretiyle de zorbalığa ve hakarete kolaylıkla zemin hazırlayabilen bir mecra. İfadelerini dışavurması nedeniyle, sistematik şekilde hakarete varan ağır eleştiri ve söylemsel şiddete maruz kalmak, kişide ciddi izler bırakabilir ve travmatize edici olabilir.
İfade özgürlüğüne karşı özellikle sosyal medyada bir kültür haline gelen “linç” kültürünün de hukuken daha yakından takip edilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Kültürel ve sosyo-politik düzeyde bu tür ayrımcılıkların bir ortak noktası ve ayrıştığı yerler var mı (heteroseksist düzen, insanmerkezcilik gibi)? Örneğin “vegan stigma”dan veya “vegafobi”den bahsedebilir miyiz? Homofobi, transfobi veya zenofobi vb. temelli nefret suçlarıyla veganların karşılaştıkları nefret söylemlerini karşılaştırmakta bir sorun görüyor musunuz?
Tüm ayrımcılık biçimlerinin esasen birbiriyle bir şekilde bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Örneğin heteroseksizmi yaşçılıktan, ırkçılığı insan merkezcilikten, ataerkiyi homofobiden bağlantısız görmek mümkün değil. Bu anlamda ayrımcılık zeminlerinin birini diğerinden daha önemsiz görmek mümkün değil. Ben vegan değilim, vegan olmayı deneyimlemeye çalışıyorum ama henüz kendime vegan diyemiyorum. Dolayısıyla bir “vegan stigma”dan veya “vegafobi”yi deneyimlemediğim için bu konuda fikir beyan etme önceliğimin olmadığını düşünüyorum. Ama tabii ki kişisel tanıklıklarım var.
Veganların vegan oldukları için tacize, zorbalığa, siber ya da söylemsel şiddete maruz kaldığının örneklerine her gün şahit oluyorum.
Biraz önce ifade ettiğim gibi, nefret söylemi ve nefret suçunun ana ekseni olan “nefret”in, ideolojik bir dışavurum olması önemlidir. Nefret söylemi ve nefret suçlarında korunan hukuki değer, tüm toplumun, eşit muamele görme hakkıdır. Bu esasen bir eşitlik ve hoşgörü içinde aynı toplumda yaşama motivasyonu ile ilgilidir. Pek tabii ki tüm hukuk sistemleri “açık ve gerçekçi” şiddet tehlikesini çok daha öncelikli olarak ele alır ve bu tehdidin toplumdan elimine edilmesi için mekanizmalar kurarlar.
Bu çerçevede, fiziksel şiddete maruz kalma ve öldürülme riskine sistematik olarak daha fazla maruz kalan grupların hukuk tarafından daha hızlı ve özenli bir şekilde korunması olağandır. Ancak korunan esas hukuki değerin “bir arada, barış içinde, eşitçe yaşayan bir toplum” olduğu nefret söylemi ve suçları bakımından bir ayrımcılık ve nefret kategorisini bir başka kategoriden ayırmak ve aralarında bir önem hiyerarşisi kurmanın hak temelli bakış açısıyla açıklanabileceğini düşünmüyorum.
Peki, stereotipleştirme denilen kalıp yargılarla ve vegan kimliğine ilişkin olumsuz egemen algıyla nasıl mücadele edebiliriz?
Nefret söylemi özünde azınlıkların eşitlik haklarının inkârıdır. Kalıp yargılarla mücadelede bir bütün olarak toplumun, hem tüm azınlıkların hem de çoğunluğun eşit saygı ve eşit muamele hakkına sahip olduğunu kabul eden yasalar getirilmesinde ve bu yasaların uygulanmasında kararlılık göstermesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ancak ifadenin cezalandırılması, salt ceza hukuku içerisinde bir mesele olarak ele alınması, tek yol değildir. Özellikle medyada meslek ilkelerinin ve kurallarının nefret söylemine geçit vermeyecek şekilde standartize edilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Ancak tüm bunlardan çok daha önemlisinin, toplumda bir arada barış içinde yaşama motivasyon ve taahhüdünün varlığı ve bunun sonucu olarak yerleşik bir eşitlik kültürü olduğunu düşünüyorum.
Eşitlik ve demokrasi kültürünün yerleşik olmadığı bir toplumda, en mükemmel ayrımcılık karşıtı yasaları bile yürürlüğe soksanız, kalıp yargılar ve nefretle mücadele edemezsiniz.
Bunu nasıl başaracağımızın cevabını ise hukukçulardan ziyade toplum bilimcileri dinleyerek bulabileceğiz sanırım.
Bu kapsamlı yanıtlar için Ezel’e bir kez daha teşekkür ederken, bizi Ezel’e yönlendiren Kaos GL’den ve HAKİM’den arkadaşım, bu yazıdaki iki çizimin de sahibi Aslı Alpar’a da teşekkür ediyorum.
(*) TVD Sosyal Medya ve Gönüllü Koordinatörü, Yunuslara Özgürlük Platformu & Hayvan Hakları İzleme Komitesi (HAKİM) üyesi