Vegan yolculuğuma 16 yaşımda başladım. Bir arkadaşımla kardeşimi okuldan almak için arabanın yolcu koltuğunda oturuyordum. Target’a uğradık ve canım çikolatalı süt çekiyordu. Rafta daha önce hiç görmediğim bir şey gördüm: bezelye sütü.

Veganların ne kadar çılgın olduklarını söyleyerek alay ettiğimi, ancak yine de meraktan sütü almaya devam ettiğimi hatırlıyorum. Tadının tuhaf olduğunu düşünmüştüm ama beni asıl korkutan, sütün ineklerden geldiğine dair ilahi farkındalıktı. Gerçekten ineklerden geliyordu. Diğer veganlar muhtemelen neden bahsettiğimi biliyor: bunun aklınıza geldiği o ilk an.

Pandemi başlayana kadar tamamen vegan olmadım (uzun yıllar önce süt ürünleri kullanmıyorum ve koşerdim, sonra vejeteryandım). Yine de, kendilerini feminist veya çevreci olarak tanımlayan ve et yemeye devam eden kaç kişinin beni hala şaşırtıyordu. Sanırım bu etiketlemeler çok daha uzun süredir varlar: Et yiyen Budistler, et yiyen “hayvanseverler” veya hayvanlarına “iyi bir yaşam” verdiklerini iddia eden çiftçiler.

Veganlık, çevrecilik ve feminizm arasındaki bağlantıları gördüğüm noktaya geldiğimde artık geri dönüş yoktu benim için. Artık bunu görmemek mümkün değildi. Makalenin devamında, veganizm ile feminizm arasındaki bazı temel bağlantıların bir taslağını çizeceğim.

Fotoğraf: Zoe Schaeffer

Acı Çekiyorlar mı?

En baştan başlayalım. Bir tavuk, inek veya domuz daha ilk günden cinsiyetlerine göre ayrılırlar ve üreme organlarının “etkililiği” temel alınarak sömürülürler. Cinsel açıdan belirsiz (veya “deforme olmuş”) hayvanlar genellikle olay yerinde pratik olarak öldürülür. Erkek hayvanlar ise nadiren büyürler.

İnekler söz konusu olduğunda, erkek buzağılar erken öldürülür çünkü etlerinin daha çok talep edildiği kabul edilir (çünkü daha hafiftir) ve çiftçiler inek sütünün ‘kaynağını’ insan tüketimine yönlendirmeyi tercih ederler. Etleri kızarmasın diye başlarını çevirmlerine ve ot yemelerine izin vermeyen küçük kafeslere hapsolarak büyümeleri kısıtlanır.

Dişi inekler, anne sütlerini boşaltan makinelere bağlanmadan önce zorla suni döllenmeye maruz bırakılmak ve doğdukları anda yavrularından koparılmak için yetiştirilirler. Yukarıda belirtildiği gibi yavruların en az %50’si çok hızlı bir şekilde öldürülür. Daha sonra, döngüyü sürdürmek için ineğin tekrar zorla suni döllenmeye maruz bırakılması gerekir.

Diğer yazılarımda erkek hayvanlara ölü bedenleri için değer verildiğini yazmıştım. Yine de dişi hayvanlar, cinsel aktiviteleri, bebek sahibi olabilmeleri, anne sütüyle sahte annelik performansları ve daha sonra da ölü bedenleri sömürülebildiği için değerlidir. Fabrika çiftçiliğinde cinsiyet farklılıkları şiddetlenir. Ve ne için? “Öteki”nin cinsel köleliği üzerinde gelişen kapitalist bir sistemi desteklemek – 150 yıl önceki fabrika çiftçiliğini anlayamayan bir dünyada “lüks ürün” sağlamak için. Peter Singer’ın Animal Liberation’daki sözlerini başka kelimelerle ifade edersek; fabrika çiftçiliğine ilişkin soru hak ediyorlar mı değil, acı çekiyorlar mı olmalı.

Fotoğraf: Jo-Anne McArthur

İnek Susabilir Ama Susmak Rıza Değildir

Fabrika çiftçiliği yalnızca gıda, moda ve diğer ev hayvanlarından elde edilen ürünler alanında işlev görmez. Hindistan’da süt ‘üretmek’ için acımasızca sömürülen dişi ineğin sembolünün Narendra Modi’nin partisi için dini-milliyetçi bir sembol olarak donatıldığını görüyoruz. Dişi inek bedeni, Hindistan’ın hayat veren anaç varlığıyla eşanlamlıdır.

Gender and Nation’da Mrinalini Sinha, kadın bedenini ‘ikonik’ olarak tanımlar ve ulusluğun ‘sembolik’ motiflerini dişil olarak tanımlar. Hindistan örneğinde, sütünü muhtaçlarla paylaşan dişi inek ya da dünyanın sütün çalkalanmasıyla yaratıldığına dair Hindu halk hikâyesi ya da hatta genç Krishna’nın tereyağı çalmasıyla ilgili popüler hikâyenin tümü, Sinha’nın ulustaki kadınlığın aynı zamanda fedakarlık mecazıyla da ilişkilendirilir. Dişi ineğin bu konuda sesi olmadığında, özverili olduğu için dişi ineğe saygı gösterilir. İnek susabilir ama susmak rıza değildir.

Hayvan hakları hareketinin daha geniş kapsamını kabul etmek de gereklidir. Fabrika çiftlikleriyle savaşmak, fabrika çiftçiliğinin tehlikeli, travmatik ortamına hapsolmuş hayvanlar ve işçiler adına verilen bir mücadeledir. Amerika Birleşik Devletleri’nde, bu koşullardaki işçilerin büyük bir kısmı sınırlı haklara sahip kaçak göçmenlerdir.

Yine de, birkaç seçenekten biri (veya tek seçenek) olarak sunulsa bile, fabrika çiftçiliği pozisyonları, tüm meslekler arasında en yüksek devir oranlarına sahip olmaya devam ediyor. Neden? Ölüme açıkça direnen boğazların kesilmesi veya ölü hayvanların leşlerine dokunma travması var ama aynı zamanda aşırı bir başka tehlike de var. Hiçbir tazminat veya koruma olmadan bu sektörde parmaklar, kollar, gözler kaybedildi. Upton Sinclair’in The Jungle’da Chicago’daki bir et paketleme tesisi tasavvurunda yazdığı ve nihai olarak Gıda ve İlaç İdaresi’nin (işçileri değil tüketicileri koruyan) oluşumuna katkıda bulunan şey işte budur.

Dorthy Sue Cobble tarafından yazılan Lost Visions of Equality (2005), yeni işçi hareketlerine katılımı, fabrika çiftçiliğinin tüm evcilleştirilmiş hayvan türlerine yayılarak hız kazandığı aynı zaman çizelgesine oturtuyor. “İş dünyasının çalışma kalıplarında, normlarında ve pratiklerinde bir dönüşüm olmadan eşitlik yoktu” diye yazıyor. Kadınlar için daha adil, hakkaniyete uygun bir iş ortamına yönelik bu vizyonun, çok sayıda kaçak işçiyi “çalıştıran” fabrika çiftçiliği endüstrisi için önemli sonuçları vardır: Gerçekte yapılan iş de önemlidir.

Ve tabii ki, fabrika çiftçiliği karbon ayak izine etkileyici bir katkıda bulunur, bu nedenle birçok insan çevresel nedenlerle de et alımını azaltabilir. Irene Diamond ve Gloria Feman Orenstein tarafından yazılan Reweaving the World (1990) kitabının girişinde yazarların belirttiği gibi “[Yerli Amerikalılar] yalnızca farklı ırklardan kadın ve erkekleri değil, tüm yaşam biçimlerini – diğer hayvanları, bitkileri ve yaşayan Dünya’nın kendisini kucakladılar.”

Ayrıca kültür ve doğa, akıl ve duygu ve ardından insan ve hayvan gibi belirli ikiliklerin tehlikesini de tanımlarlar. Aslında, eko-feminist hareket bile hayvan yaşamının kutsallığını kabul etmekte veya hayvanların gerçekten acı çekebileceğini kabul etmekte güçlük çekiyor.

Birçoğu geri dönüşüm yapabilir, elektrikli araba satın alabilir veya hızlı modayı boykot edebilir, ancak yine de McDonald’s, KFC ve hatta yerel bir Burger lokantasından alışveriş yapar. Bu endüstriler, aynı anda hayvanların hayatını hiçe sayarken, küresel sera gazlarının en az onda birinin yapı taşı görevini görüyor. McDonald’s’tan bir çizburgerin, peynirde kullanılan süt bir yana, yalnızca köftede yüzlerce inekten alınan ortak proteini içerdiği söyleniyor. Bu nedenle veganlık ekofeminizmden ayrılamaz.

Fotoğraf: Chuko Cribb

Veganlık Kapsayıcılık Talebidir

Ne yediğimiz, nasıl yaşadığımızla yakından bağlantılıdır. Yiyecek kendi kendini üretmez; her zaman bir canlının emeğine dayanır. Bir vegan yaşam tarzı mükemmel değildir ve kesinlikle topluluk içindeki veganlığın birçok “seviyesi” vardır. “Tam” bir vegan, “tam” bir çevreci olmayabilir ve “eksiksiz” bir feminist, “eksiksiz” bir işçi hakları aktivisti olmayabilir. Anında mükemmelliğe ulaşmak hepimiz için imkansızdır, ancak doğru olanı yapma çabasının derin etkileri olabilir.

Veganlık bir boykottur, hayvanlara ve insanlara yapılan zulmü protestodur. Veganlık, bedenlerimizi ve bir mezarlık haline getirdiğimiz bedenleri geri alma çağrısıdır. Veganlık, düşük gelirli topluluklarda taze yiyeceklere ulaşma, kadınlara eşit iş için eşit ödeme yapma ve ailelerin bir arada kalma haklarını koruma çağrısıdır. Veganizm, cinayete karşı, şiddete karşı, savaşa karşı bir çağrıdır – veganlık kapsayıcılık talebidir.

Kısacası veganlık, feminist bir meseledir.


Kaynak: Allison J. van Tilborgh’un ‘Why Veganism is a Feminist Issue. A brief sketch‘ yazısından çevrilmiştir.

Önceki İçerikVegan Müslüman Olmak Hakkında Kimsenin Size Söylemediği Şeyler
Sonraki İçerikErkeklik ve Veganizm

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.