– 4 Ekim Hayvanları Koruma Günü’nün önemi nedir?

Ebru ARIMAN: Aslında öncelikle buradaki ifade hatasıyla başlamak gerekiyor. Hayvanları Koruma Günü yanlış bir ifade, çünkü hayvanların korunmaya değil haklarının tanınmasına ihtiyaçları var. Günümüzde belki hayvanları insanlardan korumak anlamında kullanabiliriz bu ifadeyi. Hayvanların hakları 1 günle sınırlandırılamaz elbette. 4 Ekim bu hakları bir kez daha hatırlayacağımız, hatırlatacağımız ve üzerinde düşüneceğimiz bir farkındalık günü.

Hayvanlara en büyük zararı veren hiç kuşkusuz ki yine insan türüdür. Evcilleştirmeyle başlayan süreçte onları doğal güdülerinden, yaşam alanlarından, sürülerinden uzaklaştırarak kendimize bağımlı birer canlı haline getirdik, sonra onların kendi başına var olamayacakları gerçeği ve yine kendi türümüzden gelecek kötülüklere karşı bir koruma güdüsü geliştirdik. İşte, her şey evcilleştirdiğimiz bu türler üzerine geliştirdiğimiz yasalar üzerinden işliyor bugün. Çünkü hayvan olarak gördüğümüz sadece kedi, köpek ve benzer evcil türlerden ibaret. Oysa en az onlar kadar ve çok daha büyük zararı bu konuda kendimizle asla iç hesaplaşma içerisine giremediğimiz türlere, çiftlik hayvanlarına veriyoruz. Bu konuyu birazdan açacağım. 

– Hayvan hakları konusunda Türkiye ve dünya nerede? 

Hayvan hakları konusunda elbette Türkiye çok geride. Örneğin biz evcil hayvanların şartlarını tartışaduralım şu an Hollanda Hayvan İşleri Konseyi, tarımsal alanda mücadele edilen fare, meşe kurdu ve çeşitli böcek türleri konusunda çalışmalar yapıyor. Konseyin raporuna göre, ekosistemde önemli bir yere sahip olan bu hayvanlar, kuş ve memeli türleri için gıda işlevi görürken bitkilerin üremesinde de önemli bir rol üstleniyor ve “haşere” olarak adlandırılan bu canlılara yönelik kontrolün “hayvan dostu” haline dönüştürülmesi gerek. Çünkü konseye göre, tarım ilacı ve kimyasal gübre kullanımı doğadaki canlıların yaşam kalitesine zarar veriyor. Doğanın düzenini doğaya bırakmak, bir nevi, insan müdahalesini sınırlamak.

Türkiye’de ise 2002 yılından bu yana yürürlükte olan 5199 sayılı hayvan hakları kanununda hayvanlar aleyhine ciddi hak ihlalleri ve boşluklar var. Her şeyden önce yasada “sahipli”-“sahipsiz” kavramı var ki bu bir çifte standart. Türkiye’de “sahipli” olarak tanımlanan hayvanlara 3.kişilerce verilecek zarara uygulanacak yaptırım “mala zarar verme” kapsamında değerlendiriliyor. Yani komşumun bana ait çöp kutusunu kırmasıyla bahçedeki köpek dostumun bacağını kırması aynı statüde değerlendiriliyor: Mala zarar. Oysa hayvanlar mal değil, duygulu canlılardır, Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de bu anlamda bir değerlendirme içine girilerek cezai yaptırımlar ona göre düzenlenmeli. Hayvanların suçu bu coğrafyada doğmak olmamalı, hayvan hakları evrenseldir. Bir türe, yöreye, gruba, coğrafyaya göre derecelendirilemez. Herkesin hayvan sevmesini bekleyemeyiz. Dolayısıyla, “ben bunun sahibiyim” diyenin de iyi niyeti ve samimiyeti sorgulanmalı. Kendi “malına“ da zarar verebilir? Hepsinden öte “mal” kelimesi çok çirkin ve yakışıksız bir tabir. Hayvanlar mal değildir ve bize ait değildir. Bu konuda kendimizle bir iç hesaplaşma yoluna gidebilir miyiz… Belki bir gün. 

Cezalar yetersiz. Kötü muameleler arttı ve tekrarları geliyor, çünkü cezalar caydırıcılıktan uzak. Hapis cezası verilse bile bu süre genellikle 2 yılın altında kalıyor ve paraya çevrilebiliyor. Parası olan şiddet gösterme hakkını kendinde bulmamalı, cezalar caydırıcı olmalı, paraya çevrilememeli ve şiddet uygulayan insanların sadece hayvanlar için değil toplumda herkes için risk oluşturduğu unutulmamalı. Bu insanlar rehabilite edilmeden toplum yaşamına geri dönememeli. 

Öte yandan, sokak hayvanları yani “sahipsiz” hayvanlara uygulanan kötü muamele ve şiddet de kabahatler kanununa tabi ve para cezalarıyla geçiştirilebilen, kanun koyuculara göre tali suçlar. Bu da korkunç bir durum. Ve yasayı uygulayan belediyeler bu konuda ne kadar denetleniyor, ne kadar şeffaf ve samimiler, yaşadığımız birçok kötü örnek bu konuda da ciddi ihlaller ve suistimaller olduğunu gösterdi ki bu da başka bir kabus. 

Bundan daha korkuncu da var elbette. Bugün size bu kanunun da hiç konuşulmayan, görülmeyen ve duyulmayan kısmından bahsetmek istiyorum: Çiftlik hayvanları… 

Hayvanları Koruma ya da Hayvan Hakları Kanununu incelerken aslında türümüzün bütün eşitsizliği, adaletsizliği ve gözümüzden bir türlü kaldırmak istemediğimiz toplumsal perde gün yüzüne çıkıyor. Bu kanunun başlığında hayvan kelimesi geçiyor ancak hangi hayvanın nasıl bir hakkının olacağı konusunda da görülüyor ki ciddi bir ayrımcılık söz konusu. İşte yazının başında tanımladığımız “Hayvanları Koruma” veya “Hayvan Hakları” tabirleri de bu evcil türler üstünden ilerliyor, tartışılıyor. Peki ya diğer türler? Onlar hayvan değil mi? Örneğin, kürkü için öldürülen bir vizon ya da deney malzemesi olan bir tavşan, bir maymun… Ördekler, kuzular, tavuklar? Örneğin, yumurta sektöründe rağbet görmeyen, verimsiz olduğu gerekçesiyle yaşamının 3. gününde oksijensiz ortamda boğularak öldürülen erkek civcivlerin haklarını biz hangi yasada arayabiliriz? Aslında bu yönde bir yasa var ancak bu yasa kuluçkahane artığı olarak mevzuatta tanımlanan bu civcivlerin öldürülmelerini kanunen meşru kılan ve öldürme şeklini bile izah eden başka bir yasa… Hayvan Hakları bu noktada işlemiyor. 

Oysa insanın olmadığı noktada doğa muhteşem bir uyum ve denge içinde işliyor. Öyle ki herhangi bir türün bir diğerinden üstün ya da bir diğerinden gereksiz var olduğunu iddia etmeye yetecek bir zekamız olduğunu düşünmüyorum. Var olma ya da acı çekmeme hakkı hayvanlar söz konusu olduğunda insani kriterler doğrultusunda değerlendiriliyor. “Düşünemiyor”, “konuşamıyor” ya da “iletişim kuramıyor” şeklindeki değerlendirmeler sadece bizim algımızla sınırlıdır. Bir hayvanın tüm organlarının olması gerektiği gibi çalışıp beyninin gereksiz var olduğunu, çünkü düşünemediğini, iletişim kuramadığını söylemek varoluşun temeli ile çelişir ki daha da ötesinde hiçbir fizyolojik gerekçe o hayvan üzerinde kötü muamele hakkını bize vermez.  

Hayvan Hakları Araştırma Komisyonu hazırladığı yeni önergeyi TBMM’ne bugün veriyor. Buna göre önerilerden biri “Hayvanları Koruma Kanunu” yerine “Hayvan Hakları Kanunu” ifadesi kullanılması. Yeni önergedekiler bununla sınırlı değil. Beraberinde hayvanları “süs hayvanı, pet hayvanı” gibi ifadelerden kurtararak “evcil hayvan” olarak genellemeyi ve onun dışında kalan türleri ise “yaban hayvanları” ve “çiftlik hayvanları” olarak sınıflandırmayı uygun buluyor. Dahası, gruplandırma yapılırken herhangi bir türü küçümseyecek, ötekileştirecek ya da hayvan onuruna aykırı olan bir adlandırma yapılmamasının altı çiziliyor ki bu bambaşka bir çelişki.

Hayvanat bahçelerini şehir merkezlerinden uzak alanlara taşımayı öneriyor, ki bu bir hayvan hakkı düzenlemesi değil, sadece bir şehircilik düzenlemesi. Hayvanlar insanlara teşhir malzemesi edilmek için ömürleri boyunca ait olmadıkları bir coğrafyada kafesler arkasında ve stres altında yaşamaya zorlanamaz. Eğer amacımız endemik türlerin devamlılığını sağlamak ise bunun yolu ait oldukları coğrafyadaki yaşam alanlarını insan müdahalesine kapatmaktır. Doğal tabiat parkları oluşturmak ve bunu yaparken ilgili türün yaşadığı coğrafyayı, yaşam şartlarını göz önünde bulundurmak.

Hayvan deneyleri yüzyılın ayıbıdır. İnsanlık bir gün geriye dönüp baktığında tüm bu uygulamaları kara bir leke olarak hatırlayacak. Bizden farklı oldukları gerekçesiyle yaşamları üzerinde her tür hakkı kendimizde gördüğümüz hayvanlar, bize benzedikleri gerekçesiyle insan kullanımına sunulacak ürünler için deney malzemesi yapılıyor. Bu çelişki hangi mantıkla açıklanabilir? Bilimin geldiği nokta aklımızın sınırlarını zorlayacak nitelikte. Bu doğrultuda hayvanlı testlere alternatif metotlar da artık hem bolca mümkün hem de güvenilir sonuçlar sağlıyor. Örneğin, InVitro denen laboratuvar ortamında geliştirilen yapay hücreyle üretilen doku örneğinde artık birçok testi güvenle yapabiliyoruz. İritasyon, korozyon, toksisite, duyarlılık gibi birçok test metoduna ilişkin geliştirilmiş hayvan testlerine alternatif olarak birden fazla güvenilir test yöntemi mevcut. Bu durumda, hayvanlar üzerinde uygulanan test zulmünün geçerli bir açıklaması olamaz. Ahlaki gelişmişliğimiz çevremize ne ölçüde zarar verdiğimizle, çevremizle ne derece empati kurabildiğimizle ölçümlenebilir. Kozmetik ürünler üzerinde uygulamaya başladığımız bu alternatif test metotlarını genele yayarak hayvan testlerini artık kalıcı olarak sonlandırmalıyız.

Fayton konusunda defalarca düzenleme talep edildi, birtakım sözler alındı, vaatler verildi ancak görüyoruz ki aynı yerdeyiz. Meclis hayvan hakları komisyonunun içler acısı önergesine göre, evet elektrikli faytonlar devreye alınmalı, ancak belli sayıda fayton atı devam etmeli. Bunun nasıl bir izahı olabilir bilemiyoruz ancak her zamanki gibi “nostalji” gerekçesiyle açıklanıyorsa bilinmelidir ki, hiçbir davranış/uygulama yalnızca nostaljik olduğu iddiasıyla doğru bir davranış olarak kabul göremez.  Geçmişin imkan ve şartları ile bugünün, teknolojinin, bilimin geldiği nokta en önemlisi hak ve özgürlükler, evrensel değerler birlikte değerlendirilmelidir. Kölelik ve insan ticaretini nasıl ki bir nostalji olarak kabul edemezsek aynı kriterleri hayvanlar için de geçerli kılmalıyız. Dolayısıyla, meclise önerge olarak sunulan bu madde vicdani bir ağırlıktır. 

Hayvanlar eşit derecede haklarının tanınması ve korunması gereken duygusal varlıklardır. Dolayısıyla hak anlamında bir türe özgü statü verecek her tür genelleme adalet ve eşitlikten uzaktır. 

Süt çiftliklerinde, mezbahalarda, yumurta çiftliklerinde yaşanan acımasızlıklara sessiz kalıp sadece kedi kısırlaştırmak ve köpek barınağı yapmak anlayışı topyekun hayvan hakları mücadelesine terstir: Gerekli ama yetersizdir.

Hayvancılık endüstrisinin ulaştığı nokta muazzam boyuttadır. Öyle ki yeryüzünde yaşayan insan nüfusunu beslemek için şu anda nüfusumuzun üzerinde bir çiftlik hayvanı popülasyonunu beslemekteyiz. Bunları istemleri dışında üremeye zorluyoruz, yüksek verim için yaşamlarına müdahale ediyoruz, yatırımlarımız ölmesin diye ilaç endüstrisini kullanıyoruz, hormonlar, vücutlarına antibiyotikler enjekte ediyoruz, GDO’lu yem sanayini kullanıyoruz, insan sağlığı için zararı bilinen besinleri hayvanlara yüklüyoruz ve yerkürenin sınırlı yaşam kaynaklarını sürdürülebilir biçimlerde kullanmak yerine büyük bir hızla yok ediyoruz. Endüstrinin en önemli sac ayaklarından biri et endüstrisi iken süt ve yumurta endüstrileri de önde gelmektedir. Buna karşın, hayvan hakları konuşulurken bu alanda uygulanan hak ihlalleri hep görmezden gelinmiştir. 

SÜT ENDÜSTRİSİ: Öncelikle toplumda dişi bir sığırın mütemadiyen süt üretebildiğine dair yanlış bir algı var, bunu düzelterek başlayalım. Her memelide olduğu gibi inekler de süt üretebilmek için anne olmalı ve lohusalık dönemi yaşamalıdır.  Endüstriyel süt çiftliklerinde anne ile bebek doğum sonrası ayrı alanlara alınarak anne o dakikadan sonra endüstriye hizmet etmek amaçlı vakumlu sağma makinelerine bağlanır. Bir anne ineğin belki ömrünüzde duyup duyabileceğiniz en büyük feryadı yavrusundan ayrıldığı o an yaşanır. Yavru o andan itibaren biberonla beslenir. Bu bir canlının anne olma, yavrusunu koklama, onu besleme, büyütme hakkını elinden almaktır ve bana göre dünyanın en büyük hak ihlalidir. 

YUMURTA ENDÜSTRİSİ: Yumurta çiftliklerinde hayvanlar dar kafeslerde daha fazla yumurta üretmeleri üzerine programlanıyor. Gece-gündüz algısı yaratan ışık oyunlarıyla hayvanların döngülerine yapay müdahalelerde bulunuluyor. Ve bu hayvanlar bir tutuklu gibi ömürlerinin sonuna kadar yumurta üretmeye programlanıp verim düşüşünde kesime gidiyor. Yumurta çiftliklerinde kullanılmak üzere üretilen civcivlerin erkek olanları kanat yapısı ilk 3 günde şekillenip cinsiyeti belli olduktan sonra atık olarak kabul edilip öldürülüyor.

Bu dar alanlarda stres altında ölümü bekleyen hayvanların varlığı ve bu derece hak arayışından itilmişliği bize hayvan kelimesinin bizim bildiğimiz dışında bir anlamı olduğunu düşündürüyor. Belki ayrı bir tanımlama yapılmalı, belki de gerçekten onlar hiçbir türe ait olmayan canlılar. Dünyanın en çok acı çekenleri…

– Hayvan hak ve özgürlükleri konusunda ne tür düzenleme ve çalışmalar yapılmalıdır? Bu konuda derneğinizin önerileri nelerdir?

Hayvanlar, sahipli-sahipsiz, evcil hayvan, çiftlik ya da yaban hayvanı şeklinde ayrılmamalıdır. Tüm hayvanlar aynı derecede acı çeker ve hepsi yaşamak ister.

Hayvan Hakları konusunda ülkeler arasındaki yasal farklılıkları ortadan kaldıracak uluslararası genel bir yasal düzenleme oluşturulmalı. Hayvana şiddet her yerde aynı derecede suç sayılmalı. Ve en önemlisi, hayvanlar ülkelerin malı statüsünden çıkarılarak dünya canlıları olarak nitelendirilecek bir düzenleme içine gidilmeli. Aksi takdirde, ülkelerin bu konudaki yaklaşımları, inisiyatifleri ve öncelikleri hayvanların yaşam hakkı üzerinde belirleyici rol oynamaya devam edecek.

Kozmetik hayvan deneylerinin kaldırılması yönünde başlattığımız bir çalışmanın sonunda olumlu netice aldık. Şu anda Türkiye’de de kozmetik ürünler hayvanlar üzerinde test edilmiyor. 

Şimdi fayton atları için ayrı bir çalışmamız var. 

Hayvan hakları konusundaki en büyük hak mücadelemiz veganlık üzerinden yürüyor. Çünkü veganlığı seçerek ve bu konuda farkındalık çalışmaları yaparak birçok hayvanın yaşam hakkına dokunuyoruz, iz bırakıyoruz.

– Derneğinizin hayvan hak ve özgürlüklerine yönelik çalışmalarına ilişkin bilgi verebilir misiniz?

Hayvan hak ve özgürlükleri konusunda bize göre yapılacak en temel eylem EĞİTİMdir. Bu doğrultuda, derneğimize bağlı TVD Vegan Akademi üniversiteler başta olmak üzere çeşitli toplumsal alanlarda ücretsiz farkındalık eğitimleri vermektedir. Alanında uzman konuşmacılar ve akademisyenlere doğru bilgiyi birinci elden paylaşmak ana amacıyla başlattığımız proje büyüyerek ilerliyor. Bu konuda Avrupa’dan da destek alıyoruz. Bu yıl 2019 Ekim ayından itibaren 6 aylık dilimde 48 üniversiteye konuk olacağız. Türkiye’nin sadece İstanbul’dan ibaret olmadığı gerçeğiyle bütün Türkiye’yi dolaşacağız. Bilenin bilmeyene karşı sorumlulukları var… İletişim, empati, farkındalık ve sorumluluk geliştirmenin yegane yolu insanları eğitmekten, doğru bilgiyi paylaşmaktan geçiyor. Bu doğrultuda dernek olarak 2 temel hareket noktamız var: “eğitim ve etkili iletişim”. Hayvan hakları konusunda topyekun duyarlılığı ifade eden veganlık kavramı sadece bir beslenme şekli değil temelinde türler arası eşitlik, adalet, özgürlük ve küresel barış gibi son derece hakkaniyetli ve barışçıl idealleri barındıran bir yaşam biçimidir. Hayvanların hangi tür olursa olsun kötü muamele gördüğü bir sistem dünya barışını da tehdit etmektedir. 

Bugün dünyanın karşı karşıya kaldığı tüm şiddet olaylarının altında insanların diğer canlılar üzerinde uyguladığı şiddet pratikleri vardır. Maalesef ki haklarını görmezden geldiğimiz bu masum canlılar ezilen ve sömürülen sınıfların en masum temsilcileridir, çünkü bunu tarihe not düşecek ve kin tutacak bir yazılı tarihleri bile yoktur. 

Hayvanların haklarının türlere ayrılmadan bir bütün olarak ele alındığı, yılda bir kez değil her gün haklarının hatırlandığı daha gerçek ve samimi günlere ve düzenlemelere…

Not: Yukarıdaki röportaj (tam metin) Dünya Hayvan Hakları Günü dolayısıyla Anadolu Ajansı tarafından Vegan Derneği Türkiye Kurucu Başkanı Ebru Arıman ile 4 Ekim 2019 tarihinde gerçekleştirilmiş olup kısmen veya eksiksiz olarak çeşitli yayın organlarında haber olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Önceki İçerikKırmızı ve işlenmiş *et hakkında TVD basın açıklaması
Sonraki İçerikVegan Moda Haftası fark yarattı

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.