8 Mart Dünya Kadınlar Günü bize, erkek egemen dünyada hakları için ayağa kalkan ve sessiz kalmayan emekçi kadınların zorlu ve onurlu mücadelesini hatırlatırken, erkek şiddetinin çeşitli biçimleri sonucu ezilen, güçsüz kılınan ve yaşamları için çabalayan kadınları, bu kadınların travmalarını ve acılarını da anımsatıyor.

Sadece kadınların ve kız çocuklarının değil, çiftlik hayvanı olarak sınıflandırılan hissedebilir canlıların, özellikle de dişi olanlarının üretim makineleri olarak nasıl ömür boyu sömürüldüklerini, kısacık ömürleri boyunca defalarca cinsel şiddete maruz bırakıldıklarını, dört duvar arasında seslerinin duyulmadığını, acılarının önemsenmediğini ve haklarının nasıl görmezden gelindiğini anımsatıyor.

Bazı şiddet fiillerini kınayıp bazılarını “o kadar da kötü değil” diyerek yok saymanın nelere mal olduğunu her geçen gün daha da acı olaylarla görüyoruz.

Aşağıdaki yazı da (*) hepimizin kendinden, ailesinden veya çevresinden parçalar bulabileceği evrensel kültürel aktarım ve deneyimler içeriyor. Bahsedilen şahıs ve olaylar herhangi bir ülkeyle veya kültürle sınırlı değil çünkü baktığımız ve yaşadığımız her yerdeler.

Bu 8 Mart’ta, çocukluğumuzdan beri bize açık veya örtülü bir biçimde dayatılan düşünme, beslenme ve yaşama tarzını değiştirmeye hazır mısın?  

* Uyarı: Bazı okuyucularımız için tetikleyici anlatımlar ve videolar içerebilir.


Nesiller boyu ailemdeki kadınların, kadınlara ve kız çocuklarına yönelik cinsel saldırıların bir yabancı tarafından işlenmesindense eşleri veya partnerleri tarafından işlenmesinin “o kadar da kötü olmadığı” fikrini nasıl içselleştirdiklerini anlamaya çalıştım.

Son zamanlarda büyük büyük annemin öyküsünü düşünüp duruyorum. 10 yaşındayken evlendiği bir adam, 12’sine geldiğinde onu “anne” yapıyor ve 20’li yaşlarının sonunda bir çocuk daha dünyaya getirirken hayatını kaybediyor. Ailemde hiç kimsenin o adamı tacizci/istismarcı olarak tanımladığını hatırlamıyorum. Daha çok “Ama belli ki ona iyi davranıyormuş” ve “O zamanlar her şey farklıydı” cümlelerini duyduğumu hatırlıyorum. Sanki hamile bıraktığın çocuğa “iyi davranmak” mümkünmüş gibi.

Kahvesinden bir yudum alırken annem, “’O zamanlar o kadar da kötü olmamıştır herhalde’” dedi.

Teyzelerimin büyük büyük babamla ilgili anlattıklarını da anımsıyorum. Büyüme çağındayken memelerini ve kalçalarını nasıl çimdiklediğini, bundan rahatsızlıklarını dile getirdiklerindeyse anneannemin “O kart zamparayı kafanıza takmayın” dediğini… Acaba onları kaç kez elledi, taciz etti veya anneanneme de aynısını yaptı mı? Belki de teyzelerimin öyküsü, yaşadıklarımı kimseye anlatmama nedenlerinden biriydi çünkü 15 yaşımdayken bir akrabam da bana sarılırken elleriyle beni taciz etmişti.

Carol Adams bunun üzerine bana, “Cinsel Sözleşme diye çok ilginç bir kitap var. Kitap, toplumsal bir sözleşmeye ek olarak, Batı toplumlarının çoğunda görülebilen cinsel sözleşmeyi de ele alıyor; yani ev içinde olan her şey mahremdir/özeldir anlayışını…” diyor.

Adams feminist ve vegan. Aynı zamanda aktivist, yazar ve bağımsız akademisyen. Ezber bozan kitabı Etin Cinsel Politikası’yla da biliniyor.

“1970’lerdeki ikinci feminizm dalgasına kadar evlilik içi tecavüz yasaldı” diyor. “Evlilik içi tecavüz diye bir kavram dahi yoktu. Yani birinin eşi/partneri tarafından tecavüze uğraması… Feministlerin bunu da tanımlaması gerekiyordu.”

Bunu söylerken Dallas’taki evinin çevresinde, sokakta olmaktan son derece mutlu olduğu köpekleriyle birlikte yürüyüş yapıyor. Ben Long Beach’teki evimde, yanımda uyuyan kedilerimi izliyorum. “Kütürümüz her dönem kadınları ve çocukları kurban etti.”

Ona ailemin aşırı tutucu Hıristiyanlar olduğunu ve Missouri kırsalında yaşadığını söylediğimde, “İşte, bağlam tam da gözünün önünde. Ailen normların dışında değilmiş,” diyor. Haklı olduğunu biliyorum.

“Ailenin sana aktardığı her şey, bundan birkaç on yıl önce normdu. Pek çok aile için de durum böyleydi ve hala böyle… Çünkü muhafazakar, ataerkil bir ailenin temelleri, köktenci Hıristiyan adetleriyle pekiştiriliyor.” Adams bana, eşlerinden boşanıp darp ve kötü muameleyi bildirmektense, evlerine geri dönüp acı çekmelerinin ve eşlerini affetmelerinin daha iyi olduğunu düzenli olarak öğütleyen bazı papazların varlığından bahsetti.

Bugünlerde hayvan yemeyi reddettiğimi söylediğimde, karşımdakilerden aldığım yanıtlar annemle yaptığımız sohbetleri hatırlatır oldu. Et yiyenlerin çoğu, hiç zaman kaybetmeden, hayvan yemeyi mümkün hale getirecek şekilde hayvanların çektikleri ıstırabı asgariye indirdiklerini söyleyerek “Sadece özgür gezen tavuk yumurtası yiyorum” diyor. “Özgür gezen” tavukların da gagaları kızgın ateşle kesiliyor; onlar da güneş ışığı görmeyen odalara, kafeslere tıkıştırılıyor. Ve bir daha asla çayırlarda koşamayacaklar.

Hepsi birbiriyle bağlantılı

Vegan olduktan sonra hayvan istismarı ile kadınlara ve kız çocuklarına yönelik şiddet arasındaki bağlantı zihnimde daha somut bir hal aldı. Öyle ki artık bu bağı yok sayamıyorum.

Trump’ı bir et parçasını ısırırken gördüğümde aklıma, onu cinsel taciz ve saldırıyla suçlayan 22 cesur kadın geliyor. Ardından bile bile ona oy veren, çoğu beyaz olan kadınları ve milyonlarca Amerikalıyı düşünüyorum. Görünen o ki bir kadını cinsel organından kavramak onlara göre “o kadar da kötü değilmiş.”

Bir babanın, sadece bağırarak bile olsa köpeğine kötü davrandığını/küfür ettiğini gördüğümde, bir anda kız çocuklarının iyiliğiyle ilgili endişeye kapılıveriyorum. Avlanmayı seven bir adam gördüğümde aklıma, her 16 saatte bir eşi/partneri tarafından ölümcül olabilecek şekilde vurulan kadınlar geliyor. Tavukları düşündüğümde aklıma, tacizci eski eşimin/partnerimin bana bahsettiği o video geliyor. Videoda adamın bir tavuğa nasıl tecavüz ettiğini, bunu nasıl övünerek anlattığını ve yaptığını haklı göstermek için kuşun bunu “sevdiğini” nasıl iddia ettiği anlatılıyormuş.

Ve sonra aklıma, hayvan yeme davranışını savunup haklı göstermek için insanların söyledikleri geliyor: “Ama sadece organik” veya “merada yayılmış yiyorum”. Ardından da devamı geliyor zaten: “O kadar da kötü değildir o zaman.”

“Şiddet şiddettir, acı acıdır”

Sentience Institute tarafından yapılan bir anket, “Amerikalı yetişkinlerin yüzde 75’inin ‘insani muamele gören’ hayvanları tükettiklerini belirttiklerini söylüyor. Fakat ABD’deki çiftlik hayvanlarının yüzde 1’inden azı fabrika tipi olmayan çiftliklerde yaşıyor.”

Enstitü bu durumu şöyle açıklıyor: “Sonuçlar bize insanların psikolojik olarak sığınacak bir yer aradıklarını gösteriyor. Hayvansal tüketimlerini temize çıkartmak için etik olarak üretilmiş gıdaları tercih ettiklerini düşünüyorlar. Bu yanlış bir varsayım.” Kendimize her seferinde tüm bunların o kadar da kötü olmadığını söyleyip duruyoruz; belki de korkunç gerçeklerle baş etme mekanizmasının bir parçası bu.

Bunu anlayabiliyorum. Dikkatimizi ve ilgimizi talep eden pek çok sorun arasında, hayvanların kapalı kapılar ardında yaşadıklarıyla yüzleşmektense, dev gıda şirketlerinin bize söylediklerini kabullenmek çok daha kolay geliyor.

Fakat ister ani ve zalimce olsun, ister yavaş ve kurnazca yapılsın, gerek kadınlara ve kız çocuklarına, gerekse hayvanlara yönelsin, şiddet şiddettir ve evet, “o kadar kötüdür”.

Yazar ve hayvan hakları aktivisti Dallas Rising’in “Happy Rape, Happy Meat,” (Mutlu Tecavüz, Mutlu Et) makalesinde dikkat çektiği gibi, bir başkasının canını yakmanın, istemi dışında, zorla tahakküm altına almanın veya o kişiyi istismar etmenin iyi bir yolu yok. Rising’in dediği gibi, “Mağdurun insan olması veya olmaması önemli değil. Şiddetin 19. veya 20. yüzyılda gerçekleşmesi önemli değil. Hepsi ıstırap içerir.”

Ve hepsi birbiriyle bağlantılıdır.

Hak iddiası ve dişi bedenlerinin sömürüsü

“Et yemekle ilgili propagandaya bakarsan her yerde. Çok yaygın. Çünkü, Etin Cinsel Politikası adlı kitabımda anlattığım gibi et, erkek tahakkümünü temsil ediyor,” diyor Carol Adams. Tarihsel olarak erkekler eti, kadınları istismar etmek için bir bahane olarak, “bir hak” olarak kullandılar. 2014’te Brooklyn’de bir adam, keçi eti istemesine rağmen kendisine vejetaryen yemek hazırlayan eşini öldürmüştü.

Aslına bakarsanız et endüstrisi, en azından benim için, mizojini demek. Et, süt ve yumurta endüstrileri dişilerin üreme sistemlerinden kâr elde etmeye dayanır. Ortalama 12 aylıkken başlayan süreçte inekler, suni tohumlama ile zorla hamile bırakılır ve doğum yaptıktan sadece iki veya üç ay sonra yeniden hamile bırakılır. Bu döngü, üretim seviyeleri azalmaya başladığında sona erer ve o zaman kesilmek üzere mezbahalara gönderilir. Doğal yaşam süreleri ortalama 20 yıl olsa da, süt çiftliklerindeki/fabrikalarındaki inekler o kadar yorulurlar ki, 4 ya da 5 yaşına geldiklerinde öldürülürler.

Partneri/eşi tarafından tecavüze uğrarken sessiz kalan biri olarak artık, başkalarının acılarını derecelendirip sıraya koyarak kendi suçluluklarını gidermelerine izin veren bu sistemin bir parçası olamam. Bu, daha fazla feministin benimsemesini umduğum bir yaklaşım. Acı acıdır.

Hem kendi ailemde hem de çevremdeki pek çok ailede kırılma noktasına ulaştığımız için minnetarım. Farklı nesilleri temsil eden kadınlar olarak artık kadınlara ve kız çocuklarına yönelik herhangi bir şiddet fiiini kabul etme konusunda önemli bir aşamaya geldik. #MeToo hareketi çoğumuzu, “o kadar da kötü değil” cümleleriyle başlayan cinsel taciz ve cinsel şiddet öykülerimizi yeniden düşünmeye, gözden geçirmeye itti.

Fakat hala korkuyorum. Kızlarımıza bazı bedenlerin asla şiddet görmemesi gerekirken bazılarının şiddet görmesinde sorun olmadığını söylemeye devam ettiğimiz sürece… Uygun şekilde yaptıktan sonra hayvanları öldürmenin “o kadar da kötü olmadığını” anlatmaya devam ettikçe, onlar için kendi hayatlarında kabul ve tolere edilebilir bir “acı taban seviyesi” sunmuş oluyoruz.

Adams’ın da vurguladığı gibi: “Ölü bedenleri yemeyi ve süt, yumurta formunda dişilerin istismarıyla elde edilmiş ürünleri tüketmeyi reddetme hakkını geri kazanmak, feminist özgürleşmenin bir formudur.”

Benim için vegan olmak kendi yaşadığım acıların suç ortağı olmamak anlamına geliyor. Aynı zamanda ve eşit düzeyde hayvana şiddete karşı mücadeleyi ifade ediyor. Geriye dönüp büyük büyük anneannemin çocuk yaştayken evlendirilmesini engelleyemem, teyzelerimi dedelerinden koruyamam ve maruz bırakıldığım cinsel şiddeti geri alamam.

Fakat bazı şiddet fiillerinin kabul edilebileceği fikrini reddederek, adeta aile seceremize işlenmiş olan dişi bedenlerinin istismarının benimle son bulmasını sağlayabilirim.


Kaynak: GirlBoss

Hayvancılık endüstrisinin hayvanlara yaşattığı acılara dair daha fazla bilgi ve bağlantı için web sitemizi ve Youtube hesabımızı ziyaret edin.

Önceki İçerik3 Mart Dünya Yaban Hayatı Günü
Sonraki İçerikÇin ​bazı kozmetik ürünlerde hayvan deneyleri zorunluluğunu kaldırıyor

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.